Küçükken
Taksim’e gitmeyi severdim. Kalabalık,
dilenciler, zenginlik anıtı gibi duran yaşlı binalar ve meydanı egzos dumanı ile dolduran İETT otobüsleri…
Çoğu insan için kabus senaryosu olan bu nitelikler Taksim’in bizzat kendisiydi
benim gözümde ve seviyordum onu.
Türkiye’nin ilk McDonalds’ının tam karşı sokağındaki yaşlı bir binada babamın ofisi vardı. En üst kattaki ofis katına çıkmak için kafesli, çift kapılı maun kaplı asansöre binip en üst kata çıkmak bile macera gibi gelirdi bana. İstiklal Caddesi’nin trafiğe açık olduğu son günlerdi. Hortum Süleyman caddenin Travestilerini ve kulamparalarını hizaya sokmamıştı daha.
Babamla birlikte Tünel’e kadar yürüyüp alışveriş yaptığımız günlerde vitrinleri ve insanları kafama kazırdım. Ne kadar kokulu ve bulanık da olsa o enerji hoşuma giderdi. Her cins insanın, aradığını bulmaya geldiği bir yerdi orası ve kalabalık beni ne kadar tedirgin etse de orada olup, o havayı koklamak keyifliydi.
Türkiye’nin ilk McDonalds’ının tam karşı sokağındaki yaşlı bir binada babamın ofisi vardı. En üst kattaki ofis katına çıkmak için kafesli, çift kapılı maun kaplı asansöre binip en üst kata çıkmak bile macera gibi gelirdi bana. İstiklal Caddesi’nin trafiğe açık olduğu son günlerdi. Hortum Süleyman caddenin Travestilerini ve kulamparalarını hizaya sokmamıştı daha.
Babamla birlikte Tünel’e kadar yürüyüp alışveriş yaptığımız günlerde vitrinleri ve insanları kafama kazırdım. Ne kadar kokulu ve bulanık da olsa o enerji hoşuma giderdi. Her cins insanın, aradığını bulmaya geldiği bir yerdi orası ve kalabalık beni ne kadar tedirgin etse de orada olup, o havayı koklamak keyifliydi.
Yıllarca
İstinye’deki spor kulübüme gitmek için her sabahın köründe Taksim- Sarıyer
dolmuşuna binmek, soğukta Gezi Parkı’nda sigara içerek ısınmaya çalışmak, kar
yağarken Meydan’ın aşınmış mermer merdivenlerinde kayıp düşmek, Taksim’e
yabancı her arkadaşla illa ki AKM’nin önünde buluşmak ve hep o kirli suratlı
dilenciler…
İnsan olmak
için biriktirmek, yıllarca taşları üst üste koymak lazım. Et ve kemik olmak
yetmiyor; İnsan olmak için anı lazım. Yaşamak için sadece çiğneyen, yutan ve
sıçan primatlarda olmayan şey anı.
Beğenseniz de beğenmeseniz de bizi gerçek anlamda “insan” yapan
yaşanmışlıklar ve anılardır. Sadece kendi kısa hayatımıza ait anılar değil,
nefes aldığınız tüm mekanların yaşanmışlıkları ve anıları sizi siz yapandır. O
mekanlar tüm o anıları alır ve kuşaktan kuşağa aktarır, tıpkı orman tabanına
yayılan küçücük ağaç yaprakların zamanla kalın ve bereketli bir toprak olması
ve genç fidanların o topraktan tekrar doğması gibi; Zaman her şeyi biriktirir. Türkiye’de,
çok değil, 50 yıl önceki halini koruyan kaç kasaba, kaç şehir var? Her gelen
arsız yönetici egosunu tatmin edecek ve doymak bilmez sırtlanları karnını
doyuracak diye kaç defa daha kolektif anılarımıza format atılacak? Bildikleri
tek eşitlik, sefilliği eşit paylaştırmak olanların toplum yararına bir iş
yaptığına şahit olan var mı?
Taksim’de
tecavüz edilen oradaki ağaçlar, aşınmış mermer basamaklar veya eski kaldırım taşları değil, toplumun ortak
hafızası. Ruhsuz, renksiz, gri insanların anlamadığı şey şu; Gezi Parkında
ellerim donarken avucumun içine sakladığım o sigaradan aldığım nefes bir anıydı
ama oraya dikilecek AVM’den 12 taksitle alınacak plazma tv veya pahalı soba
altında içilecek bardağı 9 liralık latte hiçbir zaman anı olmayacak. Taksim bundan sonra anı üretmeyecek, anı
fotokopisi dağıtacak.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder