17 Aralık 2012 Pazartesi

Sıradan


Üzerinde koyu yeşil enine çizgili t-shirt  olan ve ayağına, gri çoraplarını sergileyen Mahmutpaşa işi 3.sınıf deri sandalet giyen adamım ben.

Her sabah 100 Yıl Mahallesindeki iki katlı gecekondumun ikinci katındaki köşesi rutubetli odamda saat 6 gibi uyanırım. Üzerimdeki, önü sidikten sararmış haki renkli eşofman altını çıkarıp kahverengi kumaş pantolonumu giyerim. Yüzümü falan yıkamaya gerek duymam, ama her sabah hela taşının kenarında durup nalburdan taksitle aldığım yuvarlak aynada kepçe kulaklarıma, övündüğüm badem bıyığıma ve geniş alınlı suratıma bakar, kendimi çok beğenirim.
Sıska vücuduma sanki hiç değmiyormuş gibi duran hafif sararmış kolsuz atletimi çıkartmam, çünkü 4 günde bir atlet değiştirirsem giyecek atlet bulamam. Giysilerimde çeşit yoktur, her sabah ne giyeceğim diye fazla düşünmem. Sirkeci’deki  alt geçitten 3 tanesi 20 liraya aldığım enine çizgili t-shirt’ümü giyip göğüs cebine uzun Viceroy ve mor ışıklı çakmağımı koyarım.  Benim için günün en keyifli anı, 2 Gün önceden kalan son tarhanayı  yarım ekmekle mideye indirip,  mavi plastik ibrikli 1.5 metrekarelik helamda sabah sıçmamı yaptığım andır. Sabah keyfini bitirdikten sonra dün çıkarıp odanın köşesine attığım çoraplarımı itinayla ayağıma geçirir, dış kapının önünde çatlak betonda bekleyen sandaletlerimi ayağıma geçiririm.

Dolmuşa biner Şirinevler’e doğru yola koyulurum. Yolda canım sıkılır, hediye kontörlerimi bitirmek için eşe dosta telefon açar bağıra bağıra konuşurum. Arada HAAA!, hııııı, YOOK yoook gibi sesler çıkarıp konuşmamı herkese duyururum. Bir yandan telefonla konuşurken bir yandan da  inen binen kadınların götüne memesine bakar hayallere dalarım. Şirinevler’e gelince telefonumu kemerimdeki cırt cırtlı kılıfa koyup otobüs durağına doğru koşarım. Koşarım ama niye koştuğumu bilmem, duraktaki otobüsün numarasına bakmam, sadece koşarım. Toz ve egzos kokulu durakta en kalabalık noktaya yanaşırım çünkü orası durağın en şanslı yeridir. Gelen geçen otobüsleri kollar, üzerinde Eminönü yazan ilk otobüsün kapısına doğru hafif hafif hareketlenirim. Henüz hareket halindeki otobüsün kapısının yanından öylece koşarken, kapı aralanınca içeri doğru atlayan ilk kişi olma fikri beni mutlu eder. Otobüs en sonunda durur, kapısını açar ve ben ter ve toz içinde içeriye atlayıp akbilimi basarım. Bulduğum en rahat yere oturur, yanımda biri var mı yok mu, birisi de gelip yanıma oturur mu diye düşünmeden bacaklarımı sonuna kadar açarım. Boşta kalan ellerimi apış arama koyar öylece etrafı süzmeye başlarım.

Otobüs Merter civarına geldiğince canım sıkılır, telefonumu çıkarır orasıyla burasıyla oynamaya başlarım. Az sonra, sabah yediğim tarhananın dişimin arasına kaçan sert parçalarını önce viyyc viyyc diye vakumlayarak çıkarmaya çalışırım. Beceremezsem sağ elimi ağzıma sokar dişimi kurcalarım.

Çapa’dan itibaren telefonu kılıfına koyar yol kenarındaki karıya kıza, sanki otobüsün camından hiç gözükmüyormuşum  gibi uzun uzun  bakarım. Nasıl olsa o kızlarla bir daha asla görüşmeyeceğimi ve hiçbir şekilde irtibatım olmayacağını düşünerek  göz göze geldiğimiz o 3 saniye içinde ona en erkeksi bakışımla bakar adeta tecavüz ederim. Otobüs hareket ederken kızın da aslında bu 3 saniyelik münasebetten keyif aldığını düşünür, kendimi avuturum. Fındıkzade’den itibaren, alışverişe gelen Rus kadınları arar gözlerim yol kenarında. Onlara daha pervasızca bakarım çünkü o ahlaksız gavurlar hak etmiştir her türlü kirli fanteziyi. Otobüs İSKİ’nin oradan Saraçhane’ye dönerken uykum gelir, yağlı kafamı cama dayar Karaköy’e kadar hırıldayarak uyurum. 

Eminönü’nün kalabalığını severim. Otobüsten, tramvaydan inen insanların sağa sola koşuşturmaları, birbiriyle bağıra çağıra şakalaşan esnaf ve alt geçitteki sidik kokusu bana kendimi evimde hissettirir. Bir an önce dükkana koşar, patronun bana büyük siyah torbalar içinde verdiği don lastiklerini ve kadın çoraplarını sırtlanır, kendimi Kadıköy vapuruna atarım. O an hayattaki bütün amacım sırtımdaki torbaları Mühürdar’daki dükkana indirip dönüşte de Eminönü’nde yarım ekmek tavuk taşlık yemektir.

Hani sen Kadıköy’de iskeleye doğru yürürken, sırtındaki tozlu siyah poşetlerle sana çarpan uyuz adam var ya… İşte o benim.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder